Sergi: 2003 Diyarbakır Sanat Merkezi Dağkapı / Diyarbakır
SERGİ İÇİN NELER YAPILDI ?
Bu sergi fikri ilk defa Datça’da ortaya çıktı...Su Yücel Datça’da öğretmen olmak isteyen üç Muş kökenli genç kadına resim eğitimi verirken onların ortaya çıkardığı resimlerden esinlenerek bu serginin projesini tasarlıyor.Tarih 2002 eylülüdür.Annesi Güler Yücel zaten Diyarbakır’da yuvalarda danışmanlık yapmaktadır ve Kadın Merkezi (KAMER) ile birlikte çalışmaktadır. Su Yücel projesini KAMER’e gönderir. Bölge kadınları kendi iç dünyalarını kendileri resmedeceklerdir.Yeni bir kadın dilinin oluşmasına katkıda bulunulacaktır. KAMER projeye sıcak bakmaktadır. İhtiyaç listesi hazırlanır. Ancak Su Yücel orada kullanılacak resim malzemelerini İstanbul’dan kendisi alır. Kutular dolusu guaj boyalar, kuru ve yağlı pasteller, rengarenk ispirtolu kalemler, renkli kuru boyalar, çeşitli ebatta fırçalar, fuzen, kara kalemler, yaldızlı boyalar vb resim malzemelerini Su Yücel önceden kargoyla gönderir. Kağıtlar da Diyarbakır’dan alınır. Bu arada takvim yapılır, finansman sağlanır ve 1 mayıs 2003’te Kızıltepe’ye yayılır. Bu 10 gün süren çalışmaya 17-55 yaş arası 100 kadın katılmıştır.
Atölye olarak KAMER binasının üçüncü katı kullanıldı. Yedi adet masa çocuk yuvasından temin edildi. Kadınlardan ilk kez resimle tanışacakları gerçeğinden hareketle samimi ve katılımcı bir ortam olmasına özen gösterildi. Mutfağın atölyeye yakın olması bu ortamın sağlanmasını kolaylaştırdı. Resim malzemelerinin tümü hemen anında herkesin ulaşabiliceği şekilde ortaya konuldu. Hazırlık aşamasında sohbetlerin de önemi büyüktü. Bu arada Batman ve Kızıltepe’den çalışmaya gelen öğretmenlerle benzer olanakları orada yaratmanın koşulları konuşuldu. Sonunda aynı çalışma benzer ortamlar sağlanarak oralarda da gerçekleştirildi.
Su Yücel’in not defterinden :
““Açık yeşil nasıl yapılır ?”
“Mor renk nasıl yapılır ?”
“Bu boyalarla ağaç nasıl çizilir ?”
“Ben nasıl adam çizerim ?”
“Kafamda bir ev var. Onu kağıdın neresine koyayım ?”
“Mavi istediğim gibi olmadı !”
“Suyum kirlendi.”
“Korkularımı ilk defa kağıda resmettiğim için kendimi bir anlamda rahatlamış hissettim.”
“Resim yaptığım akşam çok güzel rüyalar gördüm.”
“Boyalarım kirleniyor.”
“Duygularımı ilk defa kağıda döktüm. İlk defa boya ve fırça kullandım. Korktuğum gibi olmadı.Rahatladım.”
“İlk defa hissettiğim bir resim yaptım.”
“Resim yaptığım zaman insanlar tarafında dinlendiğimi düşünüyorum.”
“Resim yaparken çok rahatladım.”
“Bugün öleceğim aklıma gelirdi de resim yapacağım aklıma gelmezdi !”
“Özgürlüğümü çizdim, çok heyecanlandım.”
“Seninki benimkinden daha güzel olmuş, ben bugün hiçbir şey yapamıyorum.”
“Benim bugün resim işlerim iyi gitti. Bir tane daha yapabilirim.”
“Kağıt bitti.”
“Yarın sabah ofise gidip üç top daha alırız.”
“Havalar ısındı. Boyaları dikkatli ve yeteri kadar sıkın. Kururlar yoksa. Sizden sonraki kadınları da düşünün.”
“En zor anımızı çizmek için siyah boya yetmeyecek galiba. Siyah bugün karaborsa!”
Sergi: 2003 Lesbos / Yunanistan - 2007 İzmir
Karaburunlu Kadınların Rengârenk Mit Dünyası
Anadolu’nun halı ve kilim dokunan birçok köyünde her desenin bir öyküsü olduğu bilinir. Ağıtlara ya da düğün halaylarıyla beslenen hayat öyküleridir bunlar, hayvanların, çiçeklerin, hasretlerin, gurbetlerin, yürek yakan gizli aşkların renkli heceleridir. Aynı zamanda kadından kadına aktarılan gizli bir dildir de. Kadın mitlerini derlemek üzere soğuk bir Mart günü Karaburun’a doğru giderken yolda bunları düşünüyordum. Açıkçası boyutlarını üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordum. Gerçi proje kapsamındaki soruları kafamda evirip çevirirde çoğunun yanıtsız bile kalabileceğini düşünmüyor değildim. Gerçi köylerle ilgili aldığım ilk bilgiler umut verici ve heyecanlandırıcıydı ama böylesi bir zenginlikle karşılaşacağımı da hiç ummuyordum.
Tanışma ( Mart )
Herkes Çiziyor
Zülal, Güzel ve Gülriz’le geldiğimiz Karaburun’da önce Sonya ile haberleştik ve Parlak, Sarpancık, Küçük Bahçe isimlerini taşıyan üç köyden toplam 15 kişilik sayıya ulaşan kadın grubu hakkında ilk bilgileri aldık.
Kadınlarla ilk tanışmalarımıza çarpıcı görüntüler sonraları her birinin birer simge olduğunu öğrendiğim çarpıcı imgeler eşlik ediyordu; Kırmızı şalvarlar, gelin süpürgeleri, ipe dizilmiş kuru karanfiller, oduncu mendilleri. Bir de her evin yanındaki silindir biçimindeki helalar.
Evlerine girip, yemeklerini tattıkça, el işlerini, oyalarını kaneviçelerini inceledikçe kısacası kadınların dünyasının içine girdikçe bu imgeler ve simgelerin çokluğu beni şaşkın bir hayranlığa sürükledi.
Kadınlarla birkaç günlük tanışma ve ısınma görüşmelerinin ardından bir Pazar günü ilk büyük toplu deneyimimizi gerçekleştirdik.
Bir tabaka kartonu aldım ve elimle 15 parçaya ayırarak her kadına bir parça verdim. Ve onlara “Ne çizmek isterse herkes bu elindeki parçaya kendi istediğini çizsin” dedim. Pastel boya kalemlerini dağıttım ve heyecanla beklemeye başladım. Çünkü bu parçaları tekrar birleştireceğimi onlar bilmiyorlardı.
Bu ilk deneyden muhteşem bir tablo değilse bile güzel iki önemli sonuç çıktı.
Birincisi kadınlar hem tek tek kendileriydi hem de parçalar yırtıldıkları yerden birleştirince birkaç köyün kadınlarının tablosuydu, yazgılarının ipuçlarıydı. Günlük yaşamlarını resmetmemişlerdi, koyunlar, keçiler, tarlalar v.b.
İkinci ve daha önemlisi ise onların cesaretleriydi. Yani bunu yapabilme güçleri olduğunu görmeleri ve gerçekleştirme istekleri.
Renklerin Dili
Önceleri çok dikkatimi çekmedi. Ama kadınlarla tanışmam ilerledikçe ve sayıları arttıkça fark ettim ki giydikleri şalvarları renkleri neredeyse üçle sınırlı. Kimi siyah üstüne pembe, kırmızı kimi, kimi de mor renkli şalvar giyiyorlardı. Sordum. Pembe giyenler el değmemiş genç kızlarmış. Kırmızı giyenler, evli, çoluklu çocuklu kadınlar. Moru ise kendilerince yaşlandıklarına karar veren kadınlar. Buralarda yaşlanmaya yüz tutan kadınlar için çok hoş bir deyim varmış: Kırmızısı sönmek. Yani kırmızı şalvardan mor şalvara geçme zamanı.
İşte bu zamana da kadınlar kendileri karar veriyorlarmış. Tıpkı diğer birçok konuda olduğu gibi. Kadınların yaş ve sosyal statülerinin dönüm noktalarında bu tür sembolik renklerin geçmiş mitlerle bağlantısı olabilir miydi acaba? Bunu da sordum, uzmanlara. Pembe ile anlatılan saflık Yunan mitolojisindeki Artemis’in saflığı, el değmemişliği, bakireliği. Kırmızı ise Afrodit kızışmışlığını, kadınlarını, dişiliğini, doğurkanlığını ve kanı simgeliyor. Mor’a geçiş ise toprağa doğru inişi, Hekate’ye gidişi anlatıyor, menopozu, doğurganlığının bitmesini, kırmızı ateşin sönmesi ve yolculuğun artık aşağı doğru bir seyir izlemesini. Onlar ne Artemis ne de Afrodit’in adını biliyordu ama binlerce yıldır bu topraklarda ırklar ve dinler değişse de bazı gelenekler, mitler, kuşaktan kuşağa akıyordu. Kadınların yaşamlarının dili renklerde saklıydı, sembollerde bir de. Bunlardan biri de gelin süpürgesi.
Gelin Süpürgesi
Bölgedeki yaygan sembollerden biri olan gelin süpürgesi evlenen kızların evlerinden son kez olmak üzere çıktıklarında yanlarında götürdükleri bir süpürge. Ama gelin kılığında. Gelinimiz yıllarca baba-ana ocağını temizlediği can yoldaşı bu süpürgeyi gelinlik giydirerek yanında taşır ve yeni evine götürür.
Hem yeni evin kurucu ögelerinden biridir bu hem de baba-ana ocağının hatıralarını, ayrılmanın hüznünü taşır. Karaburun’da anlatılan bu. Uzman görüşü ise şöyle: “Süpürge şekil olarak bakıldığında bir üçgen ve bir silindirden oluşuyor. Burada üçgen vajinayı, anaçlığı, doğurganlığı simgeler. Sopa da penisi. Yani süpürge hem erkeği hem de kadını içinde taşır. Anatomik olarak kadın vücudunda olduğu gibi belki. Yani bir anlamda kadının kendi kendine yeterliliği anlamı da yüklenebilir. “Bu yorumların bu gelenekle birebir çakışıp çakışmadığı bir yana ama benim kafamda bir sonraki projemizin ne olabileceği belirmeye başlamıştı bile.
Hem onların geleneksel giysilerini, hem renklerini hem de gelin süpürgelerini kullanarak bir şeyler yapacaktı
Zenginleşme (28 Haziran 2003)
“Hadi Bir Sergi Açalım”
İki ay aradan sonra Karaburun’a tekrar gitme hazırlıkları yaparken artık neler götüreceğimi biliyordum. Rengarenk guajlar, özellikle yıldızlar, simler ve kırmızının çeşitli tonları. Pastel boyalar. Boncuklar, karanfiller. Ve nihayet fırça, palet ve kağıtlar. Kadınlar artık biliyor ve bekliyorlardı; resim yapacaktır!
Buluştuğumuzda ortalık sanki bayram yeriydi. Hepsi bayrama gider gibi en güzel giysileriyle gelmişlerdi.
Yer siçimini Zehra Hanım halletti. Asma çardaklı serin avlusunun bize açıverdi.
El birliğiyle sekiz tane masayı bir araya getirip büyük rulo kağıdın açılabileceği bir çalışma mekanı yarattık. Musluk yanı başımızdaydı zaten. Hemen sular kaplara, boyalar paletlere dağıtıldı ve o sessiz ama gerilimli bekleyiş anı başladı. Bu heyecanı tümümüz iliklerimizde hissediyorduk sanırım. Ve konuyu açıkladım: “Kendinizi köyde mutlu hissettiğiniz an!”
Bundan sonra o müthiş yaratma anıydı. Ama bu yaratma anları için kadınların önce anıları yani beyinleri ve elleri arasındaki bağı resim malzemeleri aracılığıyla kurmaları yani biraz da tekniği işin içine katmaları gerekiyordu. İşte benim rolüm de burada önem kazanıyordu. Kimine sorular sorarak ve asistanımla birlikte notlar alarak, kiminin elini tutup boyalara daldırıp kağıdın üzerine bizzat bastırmasını sağlayarak, kimine pastel boyalarla yazılar yazdırarak masanın etrafında defalarca dolaştım, elleri ellerimde, beyinleri beynimde, anılarını birlikte kovalayarak. Önce kağıdı, boyaları ve elleriyle, fırçalarla bu boyalara şekil verebileceklerini onlara hissettirmek gerekiyordu. Ama soru sormadan. Onları germeden, sorgulamadan. O, belki de ilk defa, alışık olmadıkları bu araçlar vasıtasıyla dışarıya açacakları dünyalarını zedelemeden, sarsmadan, yabancılaştırmadan… Bir iki hayal kırıcı ses duymadan da değil: “Ellerim kirlendi, üstüm başım battı!” “Ben resim yapamam ki!” Korkanlar ve sessizce korkularını ifadesizlik olarak sınayanlar da vardı. Ama şurası bir gerçekti atak ve cesur olaylarıyla birlikte hepimiz heyecanlıydık, hem de çok.
Kısa süre sonra bu heyecan, gerilim ve tereddütler yaratıcılığın cesaret ve coşku veren merdivenlerini çıkmaya başladı. Eller, parmaklar, heyecanla rengarenk boyalara karışıyor, gözler ışıltılı bir ayna gibi renkli cümbüşü yansıtıyor, yüreklerin titreşimleri fırçaları yönlendiriyordu.
Onları kimi okul zamanlarındaki resim yapan anılarını tazelerken ben de hangi boyadan ne kadar az ya da çok alıp hangisiyle nasıl karıştırırlarsa neler olabiliceğini göstermeye çalışıyordum. İlk kez eline fırça alanlar şüphesiz daha çok heyecanlıydılar ama sonuçta hepsi birden yepyeni bir şey öğreniyorlardı. Sonuçta, kimi düğün zamanında yapılan gelin süpürgesini, kimisi rengarenk bir dilek ağacını, kimisi nergis toplama zamanında nergis toplayan kendini, enginar toplarken kimi, kimisi içinde ukde olarak kalmış yapılmamış bir köy düğününü, keçisini kimi ve renkleri görünce resim yapabilme mutluluğunu resmetti. Bazıları yazdı. Türküleri yazdı. Dileklerini, içinden geçenleri yazdı. Reçeller mandalina toplamalar, gelin süpürgeleri, zeytinler neşeler, anılar, hepsi kağıdın çeşitli köşelerinde kendilerine yer buldu. Geldi çaylar, gitti kahveler, nağmeler, halaylar oyunlar arasında. Bu çoşkuyu paylaşım anında “Hadi bir sergi açalım” deyiverdim. Sergi alanımız mandalina bahçesinin ortasıydı. Herkesin kendi anılarına dalıp kendi başına bir köşesini oluşturduğu tablo ilk kez şimdi hepsinin birden görebilecekleri bir şekle bürünmüştü. Şimdi hepsi birbirinin eserine bakıp fikir yürütüyordu. Beğenmişlerdi. “Güzel olmuş!” denildi.
Su Yücel’in not defterinden…
Biraz da onlardan sesler dinleyelim isterseniz. Aşağıda resim çalışmaları sırasında kaydedilen seslerden bir demet bulacaksınız.
- “Sarpıncık’ın en üzücü traktör kazası.”
- “Askere giden oğlu için ağıt.”
- “Oğlum kuşlar gibi uçsun, gitsin, güle güle gelsin.”
- “Sarpıncık ilkokulunun kapatılması ve arkasından ağlayan bir anne.”
- “Mandalinalarımız döküldü, satıldı, çok üzüldük.”
- “Düğün kavgası.”
- “Ağılda yangın var! Keçileri kurtarın!”
- “Üzümlerimiz yerde, koşun toplayın.”
- “Sel yolları bozdu, arabam yolda kaldı.”
Bu sergi oluşurken…
Siyah üstünde pembe, kırmızı, mor…
Kadınların beden ve ruh dönemlerinde kendilerini ifade etmek için seçtiği bu renkleri, ben de sergilerken belli duygu durumlarını ifade etmek için kullandım. Kadınların günlük yaşamlarında giydikleri bu kumaşlarla (basma) resimleri ortak bir zeminde buluşturmayı, iç içe girmesini sağlamayı amaçladım. Böylelikle kadınlar ilk defa nesne durumundan özne oluşa doğru bir serüven yaşadılar ve bu serüven içinde kendilerini tarif etmeyi ve bu tarifin karşısında durmayı deneyimlediler. Çizdikleri resimlerle kendilerine dönen kadınlar daha sonra yarattıklarını izleyerek kendilerine mesafe ile bakarak ve kendi durumlarını dışarıdan gözlemleyerek keyifli bir süreç yaşadılar. Yüzyıllar öncesinin arketipleri Karaburun’un Sarpıncık, Parlak ve Küçükbahçe köylerinde Ayşe, Zehra, Aliyelerle yaşayan insanlara dönüşmüştü artık…
Evrensel olarak, bilinçaltının herhangi bir zaman, sınıf, dil, coğrafyayla sınıflandırılamayacağını renklerin ortak bir dil oluşturduğunu göstermeyi amaçladım.
Kadınlardaki yaratıcı gücü ortaya çıkarmak amaçlı atölye çalışmaları yöneticisi
Ressam Su Yücel.
Sergi: 2007 Sulukule / İstanbul - 2008 Beyoğlu / İstanbul
ARALARINA GİRMEDEN NE MÜMKÜN ?
Sulukule’nin yıkılacağını duyduk. ”Ulaşılabilir Yaşam Derneği” ile birlikte 2006 yılı Haziran ayında boyalar, fırçalar ve kağıtlarla oraya gittim. Olayın benim açımdan önem taşıyan yanı, yakında kaybolacak olan “Sulukule’nin Sesi” idi...
Sabahın erken saatlerinde oraya vardığımızda, bütün semt henüz uykudaydı. Sonra horoz ötüşleri ve at arabası tekerleklerinin sesleriyle yavaş yavaş uyanmaya başladı. Kadınlar,çocuklar, delikanlılar etrafımızı sardılar...
Sulukule’nin yıkım kararıyla ilgili, hepsi bir ağızdan konuşmaya başladı. O kadar dalmışlardı ki : “Böyle bir ortamda resim çalışmalarına nasıl girişirim” diye lodoslu düşüncelere daldım. Ne ben onları tanıyordum, ne de onlar beni. Çok yabancı bir çalışmayı paylaşacaktık...
Kent semtlerindeki günlük hayatı resmetmelerini istiyordum. Romanlarda sözlü geleneğin gelişmiş olduğunu biliyordum. Geleceklerini canlı tutacak ve yeni kuşaklara aktaracak tek kaynak yaşlıların hafızalarıydı. Ben de Sulukule hayatını resimle kayda geçmek istedim.
Benim elimden gelen resim, onların elinden gelen de sanata duydukları saygı idi. Çalışmalar sırasında kendilerini o kadar resme verdiler ki : “Söz uçar gider, yazı ve resim kalır” dediler...
Ben çocukluğumdan beri romanları izlemişimdir. Onları ilk farkettiğimde yedi yaşındaydım.Kanlıca Körfezi’nde oturuyorduk. Beykoz’un Akbaba Mahallesi’nden gelip daha sıcak yerlere doğru yola çıkan, analı, babalı, çocuklu, köpekli, at arabalarıyla çocuk gözlemime yansıdılar. Ne garipti, hem neşe hem de hüzün vardı...
Bu arabaları daha sonraları de hep izledim. Romanları, Üsküdar’da ya da Beşiktaş’ta çiçek satarken görüyordum. İstanbul’un bu mekanlarını kim Romanlar kadar güzelleştirebilirdi ? Bu sessiz soru belleğimde hep büyüyüp durdu...
Yaklaşık iki yıldan beri Romanlar üzerine resim serisi yapıyorum. Tabii yine sessiz bir soru ile “Neden Romanlar ?” diye düşünüyorum...
Bence nedeni şu : Resim benim için “Biçim ve Renk” üstüne kurulmuştur. Fakat bir de fırça diye bir araç vardır. Ressamlar arasında, beğeni ifade etmek için “Fırçası sağlam” deyimini kullanmak gelenek olmuştur. Bu deyim “Duyguları fırçaya geçirebilmeyi “ tanımlar. Çünkü ressamlar, her an fırçayla bir duygudan bir duyguya geçerler...
Şimdi şöyle düşünüyorum : Romanlar da bu duygu fırtınasını çok yoğun yaşıyorlar. Ben galiba bu ressam deneyimini tam yaşamak için romanlar üzerine resim üretmeye başladım. Her bulduğum yerde onlarla birlikte olmaya çaba gösterdim. Edirne’ye bile gittim.
Mutluyum, onlarla bu hayatı paylaştığım için... Direniyorum onlarla beraber, yaşama alanlarını korumak için...
Kırmızılar, maviler, sarılar, yeşiller.
Velhasıl bütün renkler gözümün önünde.
Hepsi heyecanlı, hepsi neşeli, hepsi öfkeli, hepsi çılgın.
Bağırıp çağrışıyorlar: “Beni de, beni de, beni de koy resimlere” diyorlar. Fırçam, tuvalim, ellerim titriyor...
Kırmızı öfkeli: “Al beni diyor” diyor. “Koy tuvalin ortasına etek olayım!”
Yeşil: “Çekil önümden...” diyor Kırmızıya, “Dünya alem tanır beni!”
Kırmızı: “Yakarım ortalığı, en çekici benim! Sen olsan olsan ot olursun!”
Kavgaya tutuşuyorlar...
Birden uzaklardan, Gümüşi bir klarnet sesi...
Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz...
Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz...
Dokuz sekizlik o kıvrak ritm susturuyor didişmesini diğer renklerin!
Hepsi, Gümüşi sesin rüzgarında kendilerinden geçiyorlar...
Siyah, uzaktan seyrediyor olup biteni gururlu gururlu...
O bir hindidir, kabarır durur. Üsten bakar heşeye, yanına almış da mavilerini...
Beyaz, herşeyi bırakıp uzaklaşmak istiyor...
“Bulut olayım!” diyor, “Koy beni gökyüzünün en derin ufuklarına!
Kimseyi görmek istemiyorum...”
Kesin bakalım! Yetti artık!
Yetti yıllardır başımın etini yediğiniz...
Susun! Ben doğurdum sizi! Tuvalim beden, bedenim tuval oldu!
Burada bu duyguları bekleyen benim!
Olgunlaşsın diye, bir düşünceye dönüşsün, resme aksın diye koşturan benim!
Tuvalim, fırçam ve ben bilemiyoruz, şimdi sessizlikte ne yapacağımızı?
Galiba bu durumda, en iyisi ya hep birlikte bir çığlık atmak ya da kendi kendime kalmak...
Su Yücel